Dünyanın Kıyısındaki Ağaç

Çizdiği ve bana hediye ettiği bu resim ile makaleme ilham kaynağı olan Sevgili Zeynep’e teşekkürlerimle…

Dünyanın Kıyısındaki Ağaç; bir bireyin çizimine verdiği isimdir.

Peki, neden bu isimdir?

ÇÜNKÜ Dünyanın Kıyısındaki Ağaç ; insanın eşsiz özelliklerinin günün şartları, yalnızlığın-bireyselleşmenin idealize edilmesi, rekabetçi düşünceler, uslu çocuk olma/kuralsızlığın kural olması, herkes gibi olmazsan yadırganırsın-suçlanırsın-istenmezsin ya da en basiti sevilmezsin vb. birçok nedenler ile ile yok edilmesidir. Eğer siz sadece siz olamıyorsanız, sizin yeriniz dünyanın kıyısındaki ağaç gibidir.

İnsan; biyopsikososyal bir varlıktır. Her birey,  üstün özelliklerle dünyaya gelir.  Doğuştan gelen, bu yeteneklerimiz bireysel cabamız ve çevresel koşullarla gelişir ya da daralır. İnsan; doğal şartlarda gelişime ve değişime açıktır.

Dünya üzerindeki en güçlü canlı: insandır. İnsan istediği her şeyi yapabilir. İnsan için hiç bir şey imkansız değildir. İNANÇ VE İÇ  MOTİVASYON; insanın üstün gücünü ortaya çıkarır.

Her birey,  üstün özelliklerle dünyaya gelir demiştik yani: herkes üstün yetenekli doğar. Önce ağzımıza her şeyi götürerek deneriz- bizim ilk koşulumuz hayatta kalma olduğu için onu ağzımıza alırız ve yenilip yenilenemeyeceğini öğrenmeye çalışırız, arkamızdan bir ses gelir: ‘ hey, hemen onu bırak’.

Alice MİLLER ‘Yetenekli Çocuğun Dramı’ isimli kitabında işte tam da bunları anlatır;

Terapi için başvuran kişilerin çoğu gayet zeki insanlardır ve gazetelerde kitaplarda silahlanma yarışı, gezegenimizin sömürülüşü, diplomasinin iki yüzlüğü, gücü elinde tutanların manipülasyonu, zayıfların mecburi uyumu, kişinin tek başına birey olarak çaresizliği ile ilgili konuları okur, bütün bunlarda içerilen anlamsızlığı ve çelişkileri görür ve düşünceler üretirler. Kişinin – özgürlükleri çiğnenerek – uyuma zorlanması- bürolarda, fabrikalarda, siyasi partiler içinde başlamaz; Bu daha yaşamın ilk haftalarında başlayan bir süreçtir. Örn. Kişinin kendine siyasi bir amaca adaması; içindeki kötüye kullanılmış, istemediği şeylere zorlanmış, kısıtlanmış ve koşullandırılmış çocuğun bilinçdışı öfkesiyle beslenebilir ve siyasi muhaliflerle yapılan mücadelede boşaltılabilir.

Felaketler yaşayan insanlar bunalıma girmezken; çok iyi koşullarda olan, üstün yeteneklere sahip pek çok kişi bunalımlar içinde kıvranmaktadır. Neden? Çünkü bir insan kendinde sahip olduğu özelliklere göre değer biçmediği, öz değerlilik bilinci ve  kendi duygularının gerçekliğinden uzaklaştığı zaman bunalıma girmez.

Özenle büyütüldüğünü savunan ve mutlu bir çocukluk tablosu çizen insanda terapide çare aramaktadır. İmkanları olan, üstelik geliştirebilecekleri birçok yeteneklere sahip, zengin üretimlerinden, üstün performanslarından ötürü kutlanan kimselerdir. Bunalım, boşluk duygusu, kendine yabancılaşma ve varlıklarının anlamsız olmasından duydukları kuşkular zayıf bir anı kollar.  Ana/babasının evinde çektiği yalnızlığı, şimdi kendi içindeki yalnızlığı izler. İdeallerindeki kişi gibi olmak isteyip başaramadıklarında bunalımları atağa kalkar. Güçlü suçluluk ve utanç duygularının altında ezilirler. Daha ilk görüşmede ana/babalarının, en azından bunlardan birinin anlayışlı kimseler olduğunu ve çevrelerini iyi anlayamamışlarsa bundaki suçun ana/babalarından değil kendilerinden, kendilerini iyi ifade edememiş olmalarından kaynaklandığını duyurmak telaşı içindedirler. İlk yıllarda yaşadıkları dramı içselleştirmeyi o kadar mükemmel bir biçimde başarmışlardır ki, “geçmişte yaşanan güzel çocukluk” yanılsaması ile bütün acılara karşın dimdik ayakta kalabilmiştir.

Kendi çocukluk öykümüzün gerçeğini duygusal yönüyle kavrayabilmemiz, duygularımızla ona ulaşabilmemiz önemlidir. Böylelikle kendimizi değiştirebiliriz, onarabiliriz ve  kaybolan bütünlüğümüzü yeniden kazanabiliriz. Kaybolan çocukluğu geri getiremeyiz.  Gerçeğimizi yaşayarak ve bu gerçeği  öğrenerek – bize cenneti değil, fakat yas tutma yeteneğimizi sunan – duygu dünyamıza yetişkinlik düzeyinde geri dönebiliriz. Gerçek benlik; yıllarca sürebilen bir suskunluktan sonra duygulanım yeteneğini yeniden kazanarak yaşama uyanabilmektir. Çocukluğun görünmeyen ama yine de çok acımasız olan hapishanesinden sonunda kurtulmak, geçmişin bilinçsiz bir kurbanından- geçmişi bilen, “onunla da yaşayabilen” bir insana dönüşmenin fırsatını verir.  Fakat çoğu insan öykülerinin hiçbir yanını öğrenmek istemezler. Bastırılmış anılar, itilmiş duygular ve ihtiyaçlar tarafından güdülerek yaşamlarını sürdürürler. “Sahte benlik” kişilik oluşumlarında insan sadece kendisinden beklenen türden davranışlar gösterir ve giderek bu kendini sunuş biçimiyle de kaynaşıp birleşerek “sürekli bir tavır” edinir. Gerçek benliğin farklılaşıp gerçekleşmesi mümkün değildir çünkü kişi gerçek benliğini yeterince yaşama fırsatı bulamamaktadır. Hastaların boşluk duygularından, anlamsızlıktan, kendilerini vatansız gibi hissetmekten şikayetçi olmaları doğaldır, çünkü hastalar gerçekten de bir boşluk içindedirler. Sahte bir benlik edinen kimseler çocukluklarında bazı rüyalarında kendilerini “ölmüş” olarak görürler. ‘Yemyeşil bir çayır ve bu çayırın ortasında beyaz bir tabut görüyorum. Tabuttan annemin olmasından korkuyorum, kapağı açıyorum, “şükürler olsun diyorum, içindeki annem değil, benim…” Annesinin onu hayal kırıklığına uğrattığını ifade edebilseydi canlı kalabilirdi fakat böyle davranması annesinin sevgisini ondan esirgemesini yol açar ki, bu bir çocuk için ölümle eş anlama gelir. Küçükken hırpalanan insanların ani ve yoğun duygu boşalımları yaşamaları pek olası değildir. Hapishane de tutsak kaldığı için iletişim kurmakta yoksundur. Gardiyanları ile kurduğu kısıtlı ilişkilerden beslenip canlanması olanaksızdır. Benliğin hiçbir zaman gerçek bir yuvası olmamıştır; terapi, benliğin sonunda yuvaya kavuşmasıdır. Mahkumun eline geçen fırsatı kullanmayarak hapishanede kalması ve kendini önüne konan yemeklerle ve hapishanenin koruyucu duvarları ile avutması çok olasıdır. İçimizdeki Hapishane: Çocukluğumuzun duygularını baskı altında tutan duvarlar, onun sonraki duygusal gelişimini engeller veya tümüyle durdurur. Çocukların duyguları güçlü olduğu içindir ki, bunların bastırılması, kritik ve tehlikeli sonuçlar doğurması çok olasıdır. İnsan o andaki durumu ile geçmişi arasındaki ilişkiye dikkat etmeye, geçmişin çağrısını kulak vermeye başladığı zaman bunalımdan kazanç sağlar ve kendisi hakkında birçok gerçeği öğrenebilir.

Terapi grubu; başkaları tarafından ayakta tutulma duygusunu uyandırır. Çocukluktaki bilinçdışı sevgi, anlayış, güven ihtiyaçlarının “hala ve grup tarafından” giderilebileceği yanılsaması pekiştirilir. Duygular bastırıldığı sürece bu ilaç da çözüm değildir. Kişi bunalımlar ve yatıştırıcılar olmadan yaşamak istiyorsa, dayanağını kendi benliğinde gerçek ihtiyaçlarını ve duygularına ulaşarak bulmalı ve kendini özgürce ifade etmelidir.

Her insanın derininde kendinden az- çok gizlediği, içinde çocukluk dramının aksesuarlarının bulunduğu bir arka odası vardır. Kimseyi sokmadığı bu gizli odasına mutlaka girecek olanlar; yalnız kendi çocuklarıdır.

Terapinin son aşamasında bir hastam şunları söylemişti:

‘Bana iç görü kazandıran duygularım güzel ve haz verici olanlar değildi. Aksine, bu zamana kadar en fazla karşı koyduğum duygularımdı: Kendimi rezil, küçülmüş, kötü, aciz, utandırılmış, haddini bilmez, kinci ve şaşkın hissetmeme, özelliklede yapayalnız ve mutsuz olmama neden olan duygular… Fakat ben ancak bütün bu hallere girip bunları yaşadıktan sonra yaşamımdaki hiçbir kitapta bulamayacağım bir şeyi içimden çözmeye başlayarak anladığımda kesinlikle emin oldum.’

Terapinin doğal süreci bir kere başladıktan sonra kendiliğinden ilerler.

Sadece çocuğun kayıtsız şartsız bir sevgiye ihtiyacı vardır. Bu sevginin çocuğa verilmesi lazım. Bize emanet edilen çocuğu sevmeliyiz; ne yaparsa yapsın, ister ağlayıp bağırsın, gülücükler dağıtsın, onu öylece olduğu gibi kabul edip bağrımıza basmalıyız. Fakat 10 kişiyi öldürmüş zalim bir katili/utanmaz bir yalancıyı sevebilir miyiz? Neden? Sevginin böylesi, çocuklukta doyurulması gereken, sonraki yıllarda karşılanması mümkün olmayan bir çocukluk ihtiyacıdır. Çocukluğunda bundan yoksun kalmış olmanın yasını tutamayan bir insanın yaşamı: Yanılsamaları ile oynadığı bir oyundan başka bir şey değildir. Yineleme Zorlantısı: benliğin eski yaşantıları tekrar tekrar yaşayarak bunların üstesinden gelme çabasıdır. Çocuğun ana/babası tarafından istismarının birçok farklı derecedeki cinsel ve cinsel olmayan kötü davranışlar ile sonuçlandığını, bu çocuklar ancak yetişkin -çoğunlukla kendileri de artık anne/baba olunca- keşfeder.

Başka bir hastam ile aramda geçen dialog;

** ‘Sanki günlerce hep bir duvara konuşmuşum ve duvarın bana yanıt vermesini beklemişim. Aynen akılsız bir çocukmuşum.’ (Gülerek)

Ona şunu sordum:

‘Kendine yakın bir insan bulamadığı için derdini bir duvara anlatmaya çalışan bir çocuk görseydiniz bunu komik bulur muydunuz? – Annesi yaşamının ilk yılını bir bakım evinde geçiren ve daha sonra kızı ile yakınlık kuramayan bir kadındı.-

Bir insanın tüm duygusal gelişiminin ana/babanın onun yaşamının ilk zamanlarında ihtiyaçları ile ilgili ifadelerini nasıl yaşadığına ve cevapladığına bağlı olmasından hareket ettiğimiz zaman, bu kişinin daha sonraki trajedisine yol açan ilk adımı görürüz. Anne; çocuğunu bir ayna gibi yansıtma yapamamışsa, çocuğunun varlığından mutluluk duymayarak,  çocuğun “belli bir özellikte olmasına” bağımlı kalmışsa, bu noktada ilk seçim yapılmıştır: iyi kötüden, güzel çirkinden ayrılmış ve bu ayrımlar çocuk tarafından içselleştirilmiştir. Pek çok insan bu suçluluk duygusunu, ana/babanın beklentilerine cevap verememiş olmanın ezikliğini ömür boyu taşır. Kalıcı olan yara ise; insanın “ne ise o olarak sevilmemiş olması” sonucunda aldığı darbedir ve yası gereğince tutulmadıkça iyileşmez. Örn: Çocuk kendi bedeninde erotik faaliyetlere koyulduğu zaman, kendi bedenini keşfetmeye çalıştığı zaman, altını ıslattığı ve kakasını yaptığı zaman, merakla bir şeyleri karıştırdığı, hayal kırıklığı yada başarısızlığı karşısında öfkelendiği zaman…

Söylediği alaycı bir sözle çocuğunu utandırdığını hissetmediği sürece çocuğuna saygı duyamaz. Fakat anne çocuğunun kendisiyle birlikteyken kendini küçük düşürülmüş, aşağılanmış ve değersiz hissettiğini – böyle duyguları hiç bilinçli olarak yaşayamayan ve hep alaylarla örten, dolayısıyla bilmeyen biri olması halinde; hiçbir zaman bunu hissedemez. İnsan kendi suçundan ötürü olduğunu düşününce daha az acı çeker ve yeterince çaba gösterirse hala bir şeyler yapabileceğini umar. O benim başardıklarımı asla başaramaz düşüncesi, dimdik ayakta tutabildiği grandiöz tavrı ile sığındığı ‘ben sevildim’ yanılsamasıyla kendini  garantiye alır. En derinliklerinde yine aşağılanmış kişidir. Çünkü üstün, iyi ve akıllı olmayan her şey aşağılamaya mecburdur ve böylece çocukluğunun yalnızlığının içinde kalmaya devam eder.

Gamze YÜCEL

14.08.2022

Bakırköy, İSTANBUL