Aşk.
Bilgelik.
Güç.
Siz olsaydınız, bu üçünden birini seçme hakkı size verilseydi, siz hangisini seçerdiniz?
Ve bu sorunun en yakıcı hâli: sizce savaşlar hangi arzu yüzünden başlar?
Binlerce yıl önce, insanlığın en eski destanlarından biri bu soruya yanıt verdi: Troya Savaşı.
Troya (Truva) Savaşı: insanlık tarihinin bilinen ilk savaşı kimi kaynaklara göre 10 kimilerine
göre ise 40 yıl boyunca sürmüş bir savaş.
Homeros’un ölümsüz dizelerinde yankılanan, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethederken “Hektor’un intikamını aldım”, Çanakkale zaferinden sonra Avrupa’nın “Hektor’un intikamı alındı” dediği o büyük savaş…
Troya Savaşı. Tüm dünyada sanatın pek çok dalına ilham olmuş, masallara, tablolara, heykellere, operalara ruh vermiş bir hikâye.
Marcantonio Raimondi
“Paris’in Yargısı” gravürü (1515)
UNESCO Dünya Kültür Miras Listesindeki Troya Antik Kenti (Kaz (İda) dağlarında (Çanakkale-
Hisarlık) M.Ö. 7. y.y. da bilinen ilk yazılı kitap; Homeros’un İlyada destanında da anlatılmıştır.
Gelelim, savaşın başlangıcına.
Medeniyetiniz mi, Oğlunuz mu?
Bir gün Troya’nın görkemli sarayına bir kâhin gelir. Sözleri ağır ve keskin bir kılıç gibidir. Kahin, Truva kralı Priam’ a der ki ;
“Efendim size bir iyi, bir de kötü haberim var. Eşiniz Hecuba hamile, iyi haberim bu. Kötü haber ise; eğer bu erkek çocuğu büyür ise; medeniyetiniz yok olacak. Ya Troya’yı koruyun ya da oğlunuzu yaşatın.”
Kralın yüreği paramparça olur. Oğul doğar. Adı Paris olur. Paris 3-5 yaşındayken Kral tahtını ve ülkesini düşünerek kararını verir. Yardımcısını çağırır:
“Bu çocuğu öldür, öldürdüğüne dair de bana bir kanıt getir” der.
Paris’ i alan yaver, onu Kaz (İda) dağlarına götürür. Emir kesindir ancak bu kaderin ince ipleri insanın merhametinden örülüdür. Paris’i dağa götüren yaver, minicik çocuğa bakınca elini kana bulayamaz. Etrafına şöyle bi bakar, kendi kendine: “küçücük çocuk, öldürsem ne, öldürmesem ne, onu burada bıraksam doğa alır onu zaten ” diye düşünür ve küçük Paris’i Kaz (İda) Dağı’na bırakır. Elinde kanlı bir bez parçasıyla saraya dönerek krala “görev tamamlandı” der.
Ama Paris ölmemiştir. İda dağlarının serinliğinde onu bir çoban bulur ve büyütür. Yıllar sonra, onun Troya (Truva) Prensi Paris olduğu anlaşılır. Paris kimliğini yeniden kazanır.
Pelerus ile Thetis’in düğünü- ALTIN ELMA
Jacob Jordaens’ in ‘Nifakın Altın Elması’ Eseri
Başka bir yerde, başka bir zamanda Olimpos’un doruklarında ihtişamlı bir düğün vardır. Deniz tanrıçası Thetis ile Peleus evleniyordu. Ve bu düğüne davet edilmeyen bir tanrıça vardır: Eris —Nifakın ve Kıskançlığın Tanrıçası. Öfkeli Eris düğün sofrasına gelir ve ortaya altın bir elma fırlatır. Elmanın üzerinde şu yazılıdır:
“En güzel tanrıçaya…”
Hera (Güç), Athena (Bilgelik) ve Afrodit (Aşk) elmaya uzanır. Elmanın kimin olacağını yani; en güzel tanrıçayı Tanrıların Tanrısı Zeus seçecek gibi görünse de; Zeus bunu istemez ve kaderin düğümünü Troya Prensi Paris’e devreder.
Ve böylece üç tanrıça, İda Dağı’na, genç Paris’in karşısına gelir.
- Hera ona bütün Asya ve Avrupa’nın hâkimiyetini, krallıklar ve kudreti vaat etti.
- Athena ona savaş dehası, bilgelik ve yenilmez stratejiler sundu.
- Afrodit ise; yeryüzünün en güzel kadınının aşkını…
Paris uzun uzun düşündü; tahta ve güce göz dikmedi, aklın soğuk stratejilerini de istemedi. Kalbinin sesine kulak verdi —AŞK’ı seçti.
Altın elmayı Afrodit’e sundu.
İşte o an, hem en tutkulu hem de en yıkıcı destan başlamış oldu.
TRUVALI HELEN
Paris, Sparta ziyaretinde dünyanın en güzel kadınını görür ve ona çılgınlar gibi aşık olur. Fakat Helen, Sparta Kralı Menelaos’un eşidir; ne yazık ki Afrodit’in dokunuşuyla onun da gönlü artık Paris’ dedir. (Altın elmayı alan Afrodit sözünü yerini getirmiştir,)
Paris, Sparta’ dan dönüş vakti geldiğinde Helen’i gizlice bir fıçının içerisinde gemisine alır ve onu diğer fıçıların arasında saklar. Gemi limandan ayrılır. Bir müddet sonra Paris gemide bulunan abisi Hektor’a Helen’i göstererek, ondan bu kararı için destek ister.
Helen; Sparta’ dan Truva’ya ayak bastığında artık o sadece Helen değil; “Truvalı Helen”dir.
Truva’nın Sonu
Sparta Kralı Menelaus; ihaneti öğrendiğinde öfkesi denizler kadar kabarır. Akhalar’ın bütün savaşçıları toplanır, Agamemnon orduları harekete geçer. Ve bir kadının aşkıyla başlayan yolculuk, onlarca yıl sürecek kanlı bir destana, bir krallığın sonuna dönüşür.
Troya surlarının önünde yiğit Hektor’un cesareti, Akhilleus’un öfkesi, Odysseus’un kurnazlığı, kan ve kahramanlık birbirine karışır. Paris’ in abisi Hektör öldürülerek aşil tendonundan bir ata bağlanmış ve kilometrelerce Troya’dan Sparta’ya kadar ceseti sürüklenmiştir. Öyle ki, savaşın bir bölümünde; oğlu Hektör’ ün acısına dayanamayan Troya kralı Priamos tek başına o yolları acılar içinde aşarak ve Sparta’nın kralı Menelaos’ ın karşına gelir. “Hektör’ün cenazesini ve ülkesindeki 40 günlük yas için savaşı durdurması iznini ister.
MS 180-210, Roma lahdi, Hektör Truva’ya getiriliyor.

Odysseus’un aklıyla tasarlanan o tahta at, (Truva atı) surların içine girdiğinde Troya’nın kaderi mühürlenir. Şehir yanar, kahramanlar ölür, efsaneler doğar.
Paris’in bir zamanlar kalbinin peşinden giderek verdiği karar, koca bir medeniyetin sonunu hazırlar. Ama destanı asıl destanlaştıran, yıkımdan değil, bize fısıldadığı sorudan gelir:
Aşk mı, Bilgelik mi, Güç mü?
Paris aşkı seçti; fakat aşk, düşünce ve kudretle dengelenemedi ve bir medeniyetin yıkımına sebep oldu. Belki de gerçek aşk, kalbin ateşini aklın ışığı ve gücün sorumluluğuyla taşımaktı.
Son Söz
Troya’nın külleri arasından yükselen bu hikâye bize şunu hatırlatır:
Aşk muazzam bir duygu, bilgelik yol gösterici bir ışık, güç ise kaderi değiştirecek bir eldir. Ama biri diğerinden fazla olduğunda, aşk körleşebilir, bilgelik korkaklaşabilir, güç zalimleşebilir.
Ve insanlık hâlâ aynı sorunun peşindedir:
“Hangisini seçersen, hangi yolu yürürsen, bir medeniyet inşa edersin, yoksa orayı yakarsın?”
Gamze YÜCEL
Öğretim Görevlisi, Klinik Psikoloji Doktorantı
Bir yanıt bırakın